Kahveci Bayram - 2.06.2014
314 kere okundu
Hatun Adana’nın en güzeli diyor, rendelenmiş buzdan, gül suyundan, pudra şekerinden bahsediyor. Ne var ne yoksa hepsi şekle dair, yüz sayfa okusan yüzü de ömürden gider. İyisi mi ilk sapaktan sağa, sağ yoksa sola sap ve ağaçların arasına karış. Bostancı bile toprak kokuyorsa yağmur iyi şeydir. Ama gel gör ki sabahın köründe kokoş kıvamına gelmiş karılar sevmez adı geçeni. Neymiş efendim saçları ıslanırmış da gömleğinin ütüsü bozulurmuş da. Adana’nın neyine yağmur, kekonun erkeği dişisi olmaz benim bildiğim.
Ah bi oğlum olaydı iyiydi diyor, değil işaret parmağımda serçe parmağımda çevirirdim Avusturalya’yı. Otuz dokuz sene önce çıkmış memleketten eşi ve bir çocuğuyla. Önce demir çelik fabrikasında başladım diyor, memlekette makam şoförüydüm ağır geldi iş. Dedim hanıma kalk gidelim, ben bu işi yapamayacağım. Tükürdüğümüzü mü yalayacağımız demiş eşi, değiştirmiş fikrini. Altı yıl çalıştıktan sonra bir kahve açtım. Elin işinde on kazanacakken kendi işimde beş kazanayım dedim diyor. Kahveyi çalıştırırken İtalyan mafyası musallat olmuş, her gece kumar oynattığı için haraç kesmek istemişler. Ah bir oğlum olaydı diyor, ah bir oğlum. Kayserili birini aldım yanıma, polislikten ayrılma. Delikanlı çocuk çıktı, püskürttü İtalyan’ları. Bende geri durmadım, gerekirse girdim içeri yattım. Üç kez; biri bir buçuk yıl, biri dokuz ay, biri altı ay. O Yunanlı ya da İtalyan ölseydi dokuz sene yatardım derken gözünü kırpmıyor. Diş göstermezsen ezerler seni. Baktım kahve ile olacak gibi değil lokantaya çevirdim. Önce kuru fasulye, taze fasulye ve pilav derken sonra gözlemeydi, kebaptı, şimdi de Çin yemeğine başladım. En az verdiğim elemanım yüz dolar yevmiye alıyor. Ah bir oğlum olaydı diyor laf arasında, ah bir oğlum olaydı. Trafik kazasından ölmüş ilk eşi, sonra Ürdünlü bir kadınla evlenmiş. Dört kızım var diyor, dördü de öğretmen oldu. Torunlarımla evlendirecektim ama istemediler. Baba bu kırolarla mı evleneceğiz demişler. Haklılar, şimdi bakıyorum da sürmezdi, boşanırdılar kesin. Çok gücüne gitmiş; hamala para vermek için çıkardım cebimdekileri, telefon da çaldı o arada. Biri yürürken çarptı sandım, telefonu kapadığımda elimdeki paralar gitmişti. Giden dört yüz liraya yanmadım da memleketimde çarpıldığımda yandım. Kırk senedir gavurlar yapmadı bana bunu diyor, çok bozulmuş buralar çoook. Ayrılırken sıkı sıkı tembihledi, Sidney’e gelirsen havalimanında Yunanlı ya da Arap taksicilere Kahveci Bayram’a götürün beni dersen seni bana teslim ederler. Ankara dönüşü otobüste sohbet ettik Bayram Amca ile, Koçhisarlı imiş, Gölcük’te deniz subayı olan yeğeninin yanına gidiyormuş. Salı günü de yirmi dört saatlik yolculukla Kore üzerinden memleketine, Avusturalya’ya dönecekmiş.
Ankara’da İstanbul kadar kalabalık aslında ama birkaç eksiği var, hayvanı İstanbul’dan az mesela. İnsanlar kıçlarına neft yağı sürülmüş gibi sağa sola koşturmuyorlar, nispeten daha sakinler. Canı sıkılan beş on katlı apartmanların arasına çük gibi yirmi otuz katlı iğrenç beton yığınları dikmemiş. Hep karla karşılaşırdım, bu sefer yağmura denk geldim ama aklım başka şeylerde olduğu için toprak kokusu vurmadı burnuma hiç.
Gezi olaylarının yıldönümü bahane, ortalık karışsın da belki sebepleniriz diyor birileri. Yukardaki zaten malumunu, Nuh’tan başka peygamber tanımıyor, Nuh diyor peygamber demiyor. Yukardakiler halinden memnun, elini taşın altına sokmayanların keyfi zaten hiç bozulmaz, güncel olmayan fikirlerin sahibi, sosyalistlerden, Marksistlerden bahsetmiyorum bile. Olan bir şeyler yapacağım diye sokaklara dökülen, biraz hırsla, biraz gazla hareket edip başı derde girenlere oluyor. Ne bir şey değişiyor, ne de birileri gözünü açıyor. Yiyen yemeye devam ederken, uyuyan horlamaya başlıyor. Çözüm istiyorsan benimkini al diyor akıl verenler, en iyisi bu çünkü, seninki bildiğin bok. İyi insanlar aslında ama her boku biliyorlar. Bir bilseler cahilliğin tadını…
Bir şeyler var Şirin Soysal’dan sabah sabah. Dün twitter’da bozuk attığım için merak ettim, caz söylüyormuş teyze. Severim cazı, bakayım dedim. Para verecek değiliz ya indirdim albümlerini internetten.
Oysa havada tuhaf parıltılar
Her zamanki kediler mi bunlar
Sanki birbirlerine gülüyorlar
Tek aynı kişi sokağın delisi
Bilmediğimiz bi şeyler var…
YOK ABİDİN, OLMAZ BENDEN - 8.06.2014
7 kere okundu
Yok Abidin olmaz benden, bu gidiş iyi gidiş değil, bu yol o bahsettiğim düzlüğe çıkmayacak sanırım. Sanırımdan geçtim umarım kıvamına geldi benim mesele. Hesapta kitap yazacaktım. Hatta geçen sene eylül ayına yetiştirip kızıma doğum günü hediyesi yapacaktım ama ne mümkün. Boş işlerin dolu adamı mı dersin, dolu işlerin boş adamı mı sen karar ver. Boktan şeylerle vakit harcamaktan yazılarımı toparlayamıyorum bile. Nerede zaman alacak, can sıkacak bir şey varsa sarmaş dolaş oluyorum, olmadı, mutfağa geçip yemek yapıyorum, o da olmadı gidip yatıyorum. Eylül geliyor sonra, uyandırıyor aldırmadan. Ne durdan anlıyor ne sustan. Tamam, dışarıda reklam amaçlı bana aşkını doyasıya göster ama evde biz bizeyiz. Azıcık aman ver de kafamı dinleyeyim. Ama ne gezer, az höt yapsan küser gider, az sesini yükseltsen ağlar. Yüzsüz de eşek, çekip gitmesi otuz saniye sürmez. Hemen dönüp gelir, güler pişkin pişkin. Bana benzemese, bu kadar sevimli olmasa indirmeyeceğim yelkenleri ama işte baba yüreği… Tamam, gel zıpla göğsümde, kır kemiklerimi…
Çıkmış camın kenarına oturmuş, bozuk atıyor sokaktaki çocuklara. Bıraksak gidip tepeleyecek. Sanki on yaşında olan o, iki yaşında olan sokaktakiler. Kimden öğrendiyse, kime güveniyorsa artık bilmiyorum. Diyeceğim o ki Abidin yazı yazmama bile fırsat yok artık; armudun sapından da üzümün çöpünden de geçilmiyor artık.
Cumartesi akşamı üç dört saat güzellik uykusuna yatarsan Pazar sabahı beşe kadar uyuyamazsın. Sonra da gelsin abuk subuk rüyalar. Gömleğimin düğmesi kırılmış, gel de dekolte stresi yaşa bilmediğin bir yerde. Üstelik geç kalmışım, saat gece bir mi gündüz bir mi yaşlı bir amcaya soruyorum. Amca beş dakka saate bakıyor. Uyuya mı kaldı, kalp krizi mi geçirdi haberim yok, attım bozuğumu uzaklaştım. Kafam da basmıyor ki, hava aydınlık mı karanlık mı ordan çöz mevzuyu. Ama ne mümkün… Gece bir olsa sorun yok ama gündüz birse geç kaldım. Daha hatırlamadığım alakasız meseleler. Uyandığımda saat altıyı on geçiyordu. Beşte yatan bir adam bir saate bu kadar rüyayı sıkıştırıyorsa bir derdi vardır. Ki ben hiçe yakın rüya görürüm. Hayırdır inşallah.
İstanbul’dan gitme planlarının mevsimi geldi, söylemiş miydim? Ege sahilleri var akılda; Ayvalık, Saroz, Dikili… Adapazarı plase, Trabzon çok düşük ihtimal, Ankara neden olmasın, Edirne eh işte… Yok Abidin yok, bu hayvanlıklar bana bile çok, giderken twitterı da burada bırakacağım. Alayı ikiyüzlü ibnelerin. Kötüye kötü diyemeyeceksen neden oynarsın klavyenin tuşlarıyla. Bodrum’a mı gitsem acaba. Ay sonuna belli olur Abidin.
Cumartesiden pazardan geçtim, pazartesiyi verin bana. Bu hafta çalışmayı düşünmüyorum, işe bir uğrayıp geçmek niyetim. Denize girmem gerek, çekip gitmem gerek, Eylül gerek, güneş gerek, kafama şapka, kıçıma kısa pantolon gerek. Bana uzun uzun yatmalar gerek Abidin, Trabzon’da çam ağaçlarının arasına bağladığımız hamakta sallanırken vuran deniz rüzgarıyla ferahlıyordum ya, işte o kıvamda bir şeyler gerek bana. Bir ayı bulmaz hayaldi gerçek oldu yazarım buraya, demedi deme Abidin.
Her ayda ortalama yirmi yazı on beş yazı olsa, her yılda on iki ay malumunuz. On iki çarpı on beş yüz seksen eder, yüz seksen ile altıyı çarp (2008’den beri yazıyorum) eder sana dokuz yüz kırk, ekle üzerine yüz daha eder sana bin küsur. Bin küsur tane yazı yazmışım anlayacağınız. Bunların dört yüz tanesi tırı vırı, geri kalan altı yüzün üç yüzü konsept dışı. Elde kalan üç yüz yazıdan yüz ellisini seçip kitaplaştırmam gerek ama bunun için de hepsini okumam gerek. Daha o işi bile yapamadım. Yok Abidin, yok olmaz benden.
DALGALI DENİZLER - 11.06.2014
2 kere okundu
Akıllı denizciler hırçın rüzgarlara yelken açmaz sevgili, sonbahar tehlikelidir, rüzgara gebedir. Ben sana ekimde rastladım, adalar henüz o kadar uzak değilken, mevsim yağmurları dinmemişken daha. Sesine uyanmıştım, hoş gelmiştin ve gitmeyecektin. Uzaklardan gelmiştin, benim için, bana gelmiştin. Bir gece gelmiş bir ömür gitmemiştin. Dikmen’di sevdanın adı, sohbetin tadı şaraptı, cümleler olabildiğince uzun, kelimeler inadına keskindi. Kuralsız bir cümbüştü, hesap kitap yoktu, dün de yarın da yoktu. Adın bahardı sevgili, hiç geçmeyecek son bahardı, içinde ekim de vardı, kasım da vardı…
Yine ezan okunuyor, yine sabahlara kadar oturmuşum. Bu kimya bozuyor beni, bu biyoloji nereye kadar gider bilmiyorum. Öğlene çıkar mıyız, ikindiyi görür müyüz bilmiyorum. Bilmediğim ne varsa dikiliyor karşıma bu saatlerde, en çok bilmediklerimi biliyorum. Bi dertleniyorum önce, sarpa sarıyorum. Gidip buzdolabının kapısını açıyor çikolata arıyorum. Yetmeyecek biliyorum, hiç yetmez. Ama bir daha ki çikolata için göbeğim fazla, memelerim çıkmaya başladı yine. Annem görse söylenir, köpek memeli der. Gerçi annem bu saatte ayakta olduğumu bilse dertlenir de, deli misin oğlum yat uyu der, gözlerine yazık. Sanki iş için durmuşum ayakta, onca filmi seyreden ben değil mişim sanki. Bir de arada sırada yazdığım şu yazılar. Çikolatadan sonra meyve sefası; erik, kiraz ne varsa artık. Bu akşam menü sağlamdı, tüysüz şeftali ve fazladan bir çeşit daha erik vardı. Ama hiç yetmez kuraldır bu. Kışın havuç, yazları salatalık ve domates en iyisidir.
Devamını okumak isteyen kitap alsın; tırı vırı Dünya :))
sabah sabah - 12.06.2014
1 kere okundu
Sabahın köründe neden tanımadığın bir insanın evinin ziline basarsın be insancık? Belki ben öğlene kadar uyuyacağım, belki evde çocuğum uyuyorum, hastayım kapıya yürüyemem, asabiyim kızıyorum… Gereğinden erken uyanmayı bir dolu insan gibi ben de sevmiyorum, daha saat on olmamış nereden çıktı bu zil. Yok annen yok, oğlun sevmedi buraları.
Şimdi kalk duş al, giy bir şeyler ve at kendini sokağa. İş dediğin selamun aleyküm, aleyküm selam. Şahin Abi’yle konuştuk sabah, benim vergim boşa gidiyor dedi. Sen vergi veriyorsun diye sabahın yedisinde mi kalkayım, el insaf ama. Birileri diğerlerinden daha çalışkan oldu hep ve diğer birileri de diğer birilerinden yatağına düşkün oldu çoğu zaman. Şimdi sen benim yerimde olsan yatak yerine sokaktan yana mı kullanırdın tercihini?
Sahibinden az kullanılmış bir çift crosc terlik. Çok içim yandı çok, sen git yüz elli lira ver ve bir numara büyük al meretleri. Bir arkadaşla iddiaya girmiştik geçen yaz, malumunuz ben kaybedeceğim oyunu oynamam. Gittik aldık terlikleri ama bir numara büyük almışız. Şimdi gidip yenisini kendi paramla almak koyuyor bana. Parası yüzünden değil de aynı mala iki kere para vermek zoruma gidiyor.
ŞAMPİYON İSKOÇYA - 21.06.2014
32 kere okundu
Futboldan soğutmuşlar bizi efendim, erkek olduğumuzu unutmuşuz. Allahtan dünya kupası başladı da dişe dokunur bir şeyler seyrediyoruz. Akşam yedi ve on, gece de bir maçı var. Haziran ayını yuvarladık gitti. Üstelik tuhaf bir şekilde zevk de alıyorum. Son iki dünya kupasına göz ucuyla bile baktım mı hatırlamıyorum ama bu kupanın neredeyse hiçbir maçını kaçırmadım. Şimdi gel de bize erkek olduğumuzu hissettiren şu oyundan soğumamıza neden olanlara kalayı basma. Gerçi Arjantin karşısında İran’ın verilmeyen penaltısı için yarın Mahmut Uslu ile Aziz Yıldırım basın açıklaması yapabilir… Hacıosmanoğlu da boş durmaz kulüp web sitesinden Arjantinli olur. Ünal Aysal’ın çözümü net, İran bir sonraki maça çıkmayacak. Tüp kafa mı dediniz, o babasının gazetesinden kupon kesmekle meşgul, elli altı kupona federasyon başkanlığı veriyormuş Vatan.
O üç levreğin üçünü de aynı zamanda yememek gerekiyordu, yemek bitince karın ağısı başlayınca anlıyor insan. O bol soğanlı domates salatasına da nar ekşisi fazla geldi. Siz siz olun çok yediğiniz yemeklerde nar ekşisini salatadan uzak tutun. Sonra yok efendim karanfil çayı, yok efendim kenevir tohumu, soda, limon. Kalkıp sahile inmek lazımmış aslında, koşmak lazımmış ama ne fayda. Koca göt kalkar mı sallanmayan koltuktan. Yattığı yerden maç seyredecek, twitter´da millete laf yetiştirecek. Söyleye söyleye dilimde tüy bitti, sakal bile bıraktım sözüm dinlensin diye ama ne fayda. İçinde olacak insanın arkadaş, itele itele nereye kadar.
Biz milyonlarca kuştuk, Kaf Dağı’na kanat açtık diyor Candan Teyze. Uzun yol yolcusudur, bulmadan aşkı kanmaz diye de ekliyor gönül için. Yalan hepsi, kanmıyorum artık. Boyum uzadı benim, köy sütüyle mayalanmış yoğurt yemeyeli yirmi yıldan fazla oldu, ne parmağımı kestiğimde ağladım, ne de ortağım kazık attığında annemin yanına koştum. Kim kazanırsa kazansın dünya kupasını, favorim olmadı benim hiç. Küçükken İskoçya’yı tutan birisini tanıyorum, ben de İskoçyalıyım epeydir, kalabalığa karışmak yerine kıyıda bir yerde oturmuş etrafı seyrediyorum. Ne gönlüm kayıyor bir yerlere ne de kalbimi kullanıyorum. Duvarlarım bile benden bağımsız artık, kendi işlerini görüyorlar el birliğiyle. Ne yeni tuğlaya gerek var, ne badana boyaya. Deniz rüzgarı varsa deniz de vardır, deniz varsa huzur, huzur varsa İskoçya. Sahi siz hala şampiyon olmak için birilerini yenmek gerektiğini mi düşünüyorsunuz. Durmayın o zaman yürüyün biraz daha, yoldan ve yolculardan öğrenecekleriniz var.
Balkonda masanız, masanızda çayınız, sokakta da yağmurunuz olmalı. Çay dediğim kenevir tohumu, hani şu üç levreği yedikten sonra iştah kapatsın diye. Ama anlamıştım bir yanlışlık yaptığımı. Yemekten sonra değil de önce iştah kapatıcı bir şeyler yenmeliymiş. Sağlık olsun, konu balıksa kenevir tohumu teferruattan ibarettir. Hem hangi iştah kapatıcı balıkla arama girebilirmiş. Sabah kahvaltısını ve öğle yemeğini es geçen bir adama da biraz insaf edin ne olur. İnsafınız da yoksa alın benimkinden kullanın, nasılsa bende gereğinden fazla var ne yazık ki. Tohum da yumuşak g ile yazılmıyormuş, sürekli uyarıyor aptal editörün dil bilgisi denetim zımbırtısı… Seni mi kıracağım haşlak uyargan, dediğin gibi yaptım, değiştirdim yumuşak g ile h’leri.
Bel fıtığı olmayanları ve kitabı olanları kıskanıyorum. Bir de sakin bir sahil kasabasında kendi halinde yaşayanları. Eylül’ü sevenleri, sözünü esirgeyenleri, umursamadan çekip gidenleri, internetten nefret edenleri kıskanıyorum. Yağmurdan sonraki havayı, dalgalı denizleri, ortaçağdan kalma yelkenli gemileri, arabaya binmek yerine yürüyenleri kıskanıyorum. Aslında hiç kıskanç bir adam değilim ben, bir Eylül’üm var, güneş tepemizde olduğu sürece her yer cennet, her yer huzur. Ama az yiyip doyanları, götü göbeği fit olanları, boş zamanlarını boş işlerle harcamayanları, bir de nadir de olsa saçlarının arasında parmaklarını kaybedebilen insanları kıskanıyorum.
İskoçya dediğim yer United Kingdom dediğimiz birleşik krallığı oluşturan dört devletten bir tanesi. İrlanda ve Galler´den kalabalık ama İngiltere’den tenha bir yer. Meksika Körfezi’nden başlayıp İngiltere’nin kuzeyine kadar devam eden Gulf Stream (Körfez Akıntısı) yüzünden Londra’dan bile fazla yağmur alırmış. Gel de sevme şimdi memleketi. Hem öyle terinizin kıçınıza kadar ilerleyeceği havaları da yok bu cennetin, yaz aylarında bile taş çatlasa yirmi derece. Soğuk var, yağmur var, yeşil var, deniz zaten var, balıktan bahsetmiyorum bile… Tam tutulacak memleket. Koca koca adamları etek giymeseydi fena olmazdı ama yine de bir etek yüzünden harcamayalım elemanları, zalim olmayalım. Diyeceğim o ki benim şampiyonun İskoçya, üstelik favori bile değilken.
Diyeceklerim bu kadardır, bir dahaki yazıma kadar ilham perimi bekleyeceğim. Zira aranarak bulunmuyor orospu!
Gel kaçalım
Kuzey ülkeleri
11.07.2014 Cuma
Gel kaçalım bende gitmek istiyorum kuzey ülkelerine...::))))
şennur
klc
22.06.2014 Pazar
yuh. 3 levrek hem de. boğazında kalsın.
ali
trabzon
22.06.2014 Pazar
iskoçya elli yıldır felan kupaya katılmıyor sanırım )))
BİLGİSAYARIN NE İŞİ VAR YATAKTA - 22.06.2014
22 kere okundu
Bilgisayarın ne işi var yatakta, uyurken bile rahat yok. The Mentalist’in on altıncı bölümüydü sanırım, galeri soygununda kadının kocası öldürülmüş. Kahramanımız gönüllü olarak işe el atmıştı, uyuyakalmışım. Türkçe dublaj yapılan filmleri seyrederken uyumak zor oluyor, tam gözünü kapadığın anda ilgi çekici bir kelime ya da cümle takılıyor kafana. Ve kafaya takılı bir şey varken uyumak güçleşiyor. Ama altyazılı filmlerde bu pek mümkün değil. Az buçuk İngilizceniz ve altyazıya odaklanmış beyninizle herhangi bir anlam taşımayan konuşmalar ninninin modern versiyonlarını anımsatıyor, zaten uykuya göz kırpan bedeninize saçları okşanan kadının kendinden geçmişliğini hediye ediyor. Uyku uyku söyle bana, senin kadar şekeri var mı şu dünyada.
Bilgisayarın ne işi var yatakta, neden ben de normal insanlar gibi çalışma masasında işlerimi yaptıktan sonra olması gereken yerde bırakamıyorum mereti. Zayıflıklarımla gurur duyduğumu da yazmışımdır bu satırlarda, utanıyorum kendimden, yatakta yediğim hamburgerden, içtiğim sodadan, cila yaptığım Ülker çikolatalı gofretten. Pazartesi ve ardından gelen dört günü kim icat etmişse iyi bok yemiş. Cumartesi ve pazarın var olduğu bir dünyada salıya çarşambaya itibar eden adamın öğle arasında kafasına martı sıçsın. Yıllar önce bir büyüğüm ev taşırken yardım istediğinde “ben gönül adamıyım, iş adamı değil” demiştim. Sohbet varsa, kahkaha varsa ben de vardım, iş varsa kaçardım teoride. Ama gelin görün ki pratikte en baba hamallıklar ellerimden öperdi. Öğrencilik zamanlarında memleketten dönen abimi duraktan almaya gider, tek bavulunu da ben sırtlanırdım. Saygıdan falan değil ha, biçimsizle bir yaş var aramızda, öyle el pençe divan durumları da söz konusu olmadı hiç. Bana sorsan gönül adamı, milletten dinlesen ayak işleri profesörü!
Sokağa çıkıp mükellef bir kahvaltı da edilebilirdi ama İstanbul denen devasa hayvanat bahçesinde sokağa çıkmak demek öyle ya da böyle iki ayaklı hayvanlarla muhatap olmak demek. Oysa onun yerine tavada üç yumurta, yanında domates ve beyaz peynir, bir bardak da kahve ile TV’nin karşısına geçip belgesel seyretmek hem daha huzurlu hem de daha keyifli. Öğretici olmasını hafta sonu nedeniyle görmezden geliyorum. Bilen bilir, tatil zamanları kafamı çalıştırmaya hep soğuk baktım!
Digiturk’un yüz seksen beşinci kanalında NAT GEO WILD var, orda da daha insan elinin değmediği Rusya’nın kuzeyi var, ayılar var, tilkiler ve Minsk Öküzleri var. Piknik yapmak için gittiğiniz yeşil alanlarda şehir magandalarının mangallarından çıkan dumanları ve o dumanlarla matlaşan yeşili seyretmektense ekrandan bakir doğayı seyretmek çok daha keyif verici. İstisnai durumlar da yok değil! Eğer yirmi yaşındaysanız ve kanınız kaynıyorsa karışın kalabalıklara, karşı cinsten beğendiğiniz canlılara kaş göz yapın ümitsizce, gönlünüzü eğleyin. Ama belli bir yaşın üzerindeyseniz oturun oturduğunuz yerde, Pazar günü dışarıda bir bok yok.
Dün gece de dışarı çıkabilirdim. Kadıköy ya da Taksim’e geçip bir şeyler zıkkımlanabilir, öteye beriye yaltaklanabilirdim. Ama açtım televizyonu maç seyrettim. Twitter’ın bazı kadınlarına ve bazı erkeklerine göre çağ dışı kalmış kafam ve ben için en mutlu olunan yer ev. Neymiş efendim öğle arasında portakallı ördek ile bir bardak bira götürmek harikaymış. Ulan anan Erzincanlı, baban Sivaslı, sen portakallı ördeği nereden öğrendin. Hadi onu geçtim öğle yemeğinde bira içmek, hadi onu da geçtim içtiğin zıkkımı süper bir haltmış gibi paylaşmak hangi örfünde, ne zamandan kalma âdetinde var.
Perşembeden başlarlar muhabbete, Cuma olsa da akşam dışarı çıksak. Rakı kokan masaları, bira şişelerini paylaşırlar instagram ve twitter'da. Zannedersin iki bin on dört model Fransız hatunu ama bilen bilir ki elli sekiz model Amerikan tankının bilmem kaç on kere modernize edilse de bi halta benzemeyen hantal gövdesinden farkı yok. Hem bakmayın o kadar modern gözüktüğüne, gece eve dönünce neden yalnızım diye düşünmemek için çekmiştir kafayı, niye benim hayatımda da birisi yok diye dövünüp duracaktır. Yan masada ki zibidiye salladığın kuyruklar sonuç verseydi hayatında değil de başka bir yerinde bir şeyler olacaktı halbuki, kısa günün karı işte tadını çıkart. Alışmayan başta duran şapka gibi sırıtıyor bu durumlar. Ama anlayana, aynaya baktığında Amerikan zibidisi değil de Türk genci görene. Hem o özendiğin yaşam biçiminde kadın da erkek de mutsuz değil mi. Seyretmiyor musun altyazılı dizileri, kucaktan kucağa dolaşan kadınların, önüne geleni şamarlayan adamların doyumsuzluğu hiç mi bir şeyler öğretmiyor sana. Mutluluğu yatakta arar pozlarla caka satıp sonra da seni sarıp sarmalayacak erkek arayan memleketim kadını en iyi ihtimalle birkaç yıl keyifle sevişebileceği, belki birkaç çocuk yapabileceği gözü dışarda adam bulmaktan fazlasını başaramaz. Kadını böyle de erkeği masum mu, yok efendim ne gezer. En aklı başındakinin bile en büyük derdi duvara fazladan bir çizik atmak. Ama farkında değildir ki attığı her çizik doyumsuzluğunu artıracak, onu mutsuzluktan uzaklaştıracak. Kadınları yatılacak ve evlenilecek diye kategorize eden bir canlı ne kadar masum olabilir. Ki zaten kalbi çoğu zaman bacaklarının arasında atan adamla, sürtük gibi görünerek prim yapacağını zanneden kadının birleşiminden ortaya çıkan çocuklar da ister Fransız olsun, ister, Alman, ister Türk. Kıçları yer çekiminden ne kadar bağımsızsa burunları da boka o kadar bağımlıdır.
Bilgisayarın ne işi var yatakta, yatak dediğin uyumak ya da sevişmek için. Yatağınız güzelse hayatınız da güzeldir, hayatınız güzelse yatağınız da güzeldir. Mutluluk bunun dengesinde saklı ama kantarın ayarını tutturabilene. Dediğim gibi, bilgisayarın ne işi var yatakta!
D&R'dan satın almak için tıklayın
KİTAPYURDU'ndan satın almak için tıklayın
okur yazmaz
önyargı
22.06.2014 Pazar
bu kadar genelleme yanlıştır.bunun tam tersinide yazmalısınız.
OKUYUCU
XXX
22.06.2014 Pazar
EPEYDIR YAZMIYORDUNUZ, YINE BASLAMISSINIZ YAZMAYA. KALEMINIZE SAGLIK, HEP YAZIN LUTFEN.
KAPUSKA TADINDA RAMAZANLAR - 29.06.2014
379 kere okundu
Babam akşam balığa çıkacaktı, sanırım palamut zamanıydı ve eve gece gelecekti. Çarşıya inip İncenin Ömer’in dükkânının yanında ki şimdi ismini hatırlamadığım izbe ama ekmeği çok iyi olan fırından aldığım pidelerle evin yolunu tutmuştum. Aldığım derken babam almış bana vermişti. On - on beş yaşlarında falandım, ev üç kilometre uzaktaydı, niyetliydim, pideler sıcaktı…
Ortaokuldaydım, o zamanlar şimdiki gibi üç artı beş ya da dört artı dört yoktu. Köyde beş yıl ilkokul okur sonra ilçeye ortaokula giderdik. Soba içerde olduğuna göre soğuk zamanlardı. Ramazandan önce yufkalar yapılıp bir odada saklanırdı. İftardan önce tek tek suda ıslatılıp tavaya dizilir, aralarına da içine maydanoz doğranmış peynir serpiştirilirdi. Önce yağda kızartılıp sonra dilimlenirdi. Çok acıkmıştım… Radyo 1’de Kuran-ı Kerim ve açıklamasını dinlerken bile akla karayı seçiyorduk. Benim bildiğim yemek iftardan hemen önce hazırlanırdı ama daha iki koca saat vardı, yüz yirmi dakika, sayamayacağım kadar çok saniye.
Yine ortaokul yılları, yine tutsan delikanlı tutmasan çocuk görüneceğin yıllar. Açlıktan geçmişim ama susuzluk öyle böyle değil. Sanki üç paket tuzlu çubuk yemiş cila olsun diye de leblebi yuvarlamışım. Çok feci yanıyor içim. Okulun yanında cami var bilen bilir. Gidip şadırvana oturdum. Sol elimi yıkayıp saldım gırtlağımdan aşağıya. Din dersinde duymuşum, kusarsam bozulacak oruç. Bozulunca da sınırsız su… Şadırvandayım, o zamanlar musluktan su içmek serbest. Ha deyince kusulmuyor ki, manken miyim ben olmuyor arkadaş. Neredeyse mideme kadar iniyor el ama nafile. Beş on dakika uğraştım, sonunda çıktı bişeyler. Ohh be dedim, avucumu musluğun altına tutup kendime akıntıya bıraktım, o aktı ben içtim, ben içtim o aktı…
Askerdeyim, sene iki bin beş, yer Kıbrıs Değirmenlik. Tank komutanıyım en kaytaranından. Yandan çarklı bir tank şoförüm var İzmirli. Adam bildiğin artist, sanki elli sekiz model tank değil de iki bin beş model q7 sürüyor. Nişancım Manisalı, gece sabaha kadar horlar, sabah da kaldırabilene aşk olsun. Laf etmeseler yatarken botlarını bile çıkartmayacak sonra giymesi zor oluyor diye, tembel mi tembel. Bir de doldurucum var ki evlere şenlik. Tankın üzerine çıkması yasak, kulağında sorun olduğu için denge kuramıyor. Düşer diye de tanka çıkmıyor. Savaş çıksa tankın arkasına römork takacağız arkada kalmasın diye. Tank komutanıyım dediğime bakmayın, tek yetkim tankın temizlenmesiyle ilgili. Meret garajın arkasında on metre manevra yapsa pazartesiden cumaya ancak temizleniyor. Bütün silahları indir, temizle, say veri yerlerine geri koy. Kim yapıyor bu işleri diye soracaksanız sormayın, küfrederim. Bir de bölük komutanımız var gudubet mi gudubet, aksi mi aksi. Ama beni çok seviyor, karşısına çıksam hayvan pisliği görmüş gibi bakıyor. Mutluyuz yani, keyif bir milyon. Ve sevdaluk günlerime geldi çattı ramazan… Adını yazdırmazsan sahurda yemek yok, adını yazdırsan fişlenme korkusu… Tutuyoruz oruç ama Allah’a emanet… Öğlen kapuska çıkmış, daha ramazanın başı. Şeytan biliyor sevdiğimi, gelip içime oturuyor. Zaten ya şeytan oturacak ya yiyemediğim kapuska. Dedim bu hain şeytanın rahatını kaçırmayalım, sonra başımıza iş açmasın. Kapuskaya oruç bozduk anlayacağınız. Ama sopası yok ki Allah’ın. Sen misin oruç bozan, o günden sonra her gün ya öğle yemeğinde ya da iftarda kapuska çıktı. Sanki dersin TSK kelepir beyaz lahana bulmuş da bize iteliyor…
Bir ramazan daha geldi çattı, dün gece niyet edip bu akşam oruç açtım. İnanmak güzel şey, huzurlu şey... Ana kucağı, baba ocağı gibi bir şey. Allah kabul eder mi etmez mi bilmem ama bazılarının aç kalmaktan ibaret sandığı bu şey aslında aynı bazılarının meditasyonda, yogada aradıkları şey. Yazın bikini giymek için aç kalan kadının yaptığından çok daha kolay bir şey. Hoş geldin ramazan, hoş geldin çocukluğumdan kalma güzel şey.
D&R'dan satın almak için tıklayın
KİTAPYURDU'ndan satın almak için tıklayın
SAADET - 30.06.2014
1 kere okundu
Yok oğlum kandırmışlar bizi. Bu yol o şehre hiç gitmemiş, hiç gitmeyecekmiş. Gazetenin hafta sonu ekinde rastladım, aslında okumazdım ama bu sefer yaptım. Öyle değilmiş, anlattıkları gibi değilmiş, kandırmışlar bizi. O ağaçların hepsi başka yerden taşınmış oraya, orda doğup büyümemişler. O yol sonradan genişletilmiş, o izler sonradan silinmiş. Yok ben baktım inan bana, biliyorum dedim ya kandırmışlar bizi.
Adı The Mentalist dizinin. Eski bir medyum var başrolünde, bir de rolünün adamı olmayan cılız bir kadın. Adam yoktur diyor medyumluk diye bir şey, şarlatandır onlar, kandırmışlar sizi. Vücut dili her şeyin başı, sonu da başı gibi üstelik. Yalan söylerseniz anlarım, anladığımı anlamazsınız sizi kendinizi ele vereceğiniz yollara sürüklerim. O yol o şehre gitmez hiç, eve gittiğinizi sanırken evden uzaklaşırsınız. Adamın adı Patrick Jane, saçları bile var üstelik. Yalan söylersen ağzına biber sürerim, ben anlamasam da Patrick anlar zaten kaçamazsın bundan. Bu şehir o şehir de değil. Saadet sürtük, Saadet yosma, Saadet o siyah giysilerle hiç de göründüğü gibi değil.
Hem kim adına Saadet dediği çocuğunun metalci olmasını umar? Hangi Saadet kolunu bacağını metal takılarla doldurup kıçına başına salak salak dövmeler yapar? Bana bir yalan söyle Saadet, en iyi yalanın olsun, bu gördüğümün aslında sen olduğuna bile inanayım.
Ölmek ne garip şey anne, çocukken baktığın yıldızları seyrederken veriyorsun son nefesini. Hangisini çoban yıldızı, hangisi büyük ayı diye merak edip öğrenmediğin yıldızlara bakarak gidiyorsun. Bu yol o yol değil oğlum kandırmışlar bizi. Ziya’yı, Okan’ı kandırdıkları gibi değil, çok feci kandırmışlar bizi. Hem niye Saadet, niye baştan aşağı siyah, burnunda demir bir halka... Yaşamaktan daha garip şey ölmek anne... Daha kiraz mevsimi bitmeden, fındıklar daha olmadan gidilir mi anne? Bize yalan söylemişler bu yol o yol değil, o şehir bize anlatılanın yanından bile geçmemiş.