YİNE HER ŞEY PARÇALI BULUTLU - 10.09.2015
13 kere okundu
Yine her şey parçalı bulutlu, yine yer yer yağmur yağıyor, ıslanıyorum yine. Evden sahile doğru yürürken gözlerim büyük Erzurum sofrasının tabelalarına takılıyor, “ne çok reklam yapmış adam” diye geçiriyorum aklımdan yine.
Ayvalık’tan döneli üç gün oldu, sokakları sen kokuyordu, denizi senin kadar berraktı ve senin kadar cıvıl cıvıldı Cunda. Sadi Hoca’yı gördüm yıllar sonra, hani bahsetmiştim sana lise yıllarımı anlatırken. Daha önce tanımadığım birisine benziyordu; inanmayan insanların da iyi insan olabileceklerini görmüştüm onda en çok. Benim için dünya yıkılıp yerine yenisi kurulmuştu bir anda. Benden içeri bir benin olabilme ihtimalini ilk fark ettiğimde onu dinliyordum, ne kadar güçsüz olduğumu anladığımda gözlerim ona takılmıştı ve bilmenin keyfini onu hazmetmeye çalışırken farketmiştim. Senden bahsedecektim taş kahvede çaylarımızı yudumlarken ama birileri geldi oturdu masamıza, havadan sudan bahsettiler, denizden ve yağmurdan, memleket meselelerinden, insanların ne kadar da kötü olduklarından bahsettiler. Daha çok sustu Sadi Hoca, biliyordum ki diğerlerinin yeni yeni fark ettiği şeyleri o yıllar önce fark etmişti. Benim şimdi geçtiğim yolları o içine sindirmişti çoktan. Sen gibiydi suskunluğu, dinlemeye çalıştım ama fırsat vermediler. Sıradan cümlelere karıştı gitti dinginlik, bi onlar konuştu, bi ben hiç susmadım. Döndü dolaştı laf ama sana gelemedi, dolaştın durdun aklımın köşelerinde ama dile gelemedin bi türlü.
Sen barbun seversin, mezgit seversin, balığı kılçıksız seversin ama ben yine de levrek söyledim kendime. Mahmut Abi’nin yediği barbunlara bakarken düştün aklıma. Sevmedim levreği, yokluğun gibiydi, ne tadı vardı ne tuzu. Ama yine de yedim sesimi çıkarmadan. Altınoluk Balıkçılar kooperatifinde karşımda oturuyordun. Rakı seversin balığın yanında ama ben şalgam suyunda ısrar etmiştim. Uysallığın üstündeydi yine, ses çıkarmamıştın. Tam seni ne çok sevdiğimi söyleyecektim laf karıştı araya. Bir ay daha erken gelseymişiz papalina zamanıymış, sardalyanın küçüğüymüş, çok lezzetliymiş. Ben en çok seni severdim oysa, her mevsimde ayrı güzeldin, her halin ayrı bir ısıtırdı içimi.
Yine yazları bira, kışları şarap ve rakı. Yine iklimim senle değişiyor, yağmurum, karım senden ibaret. Sokaklarımın çamuru yine sen kokuyor, çimenim sen kadar yeşil, denizim sen gibi mavi. Işıkları beklerken gelip geçiyorsun yanımdan, en son yanan kırmızıyı dudaklarında buluyorum. Adım atasım var sana doğru, göğsümü gere gere yürüyesim var ama sönmüyor kırmızı. Sen yeşil, sen sarı, sen mavi. Deniz gibisin bu eylül akşamında, kenarında yürümekten yorgun düşüyorum yeniden. Ve yeniden takılıyor dudaklarıma Kerem’in türküsü;
Altın yüzüğüm kırıldı
Suya düştü su duruldu
dediler yârin de gelmiş
ince de bellerim kırıldı…
Biliyorum; ne gelen var ne de giden aslında. Kargaşa var, ölüm var, zulüm var. Yalancı insanlar ve onlara inanan diğerleri var. Kalabalıklarda arıyor seni gözlerim. Yalan söylüyor Kerem ama yine de dinliyorum… Durulmuyor su, yere düşen damlalar kana buluyor her yeri, kan bürüyor gözlerimizi, elimize bulaşıyor gün be gün, gün be gün kirleniyoruz bile bile.
Hani çok büyüyünce kaçacaktık buralardan, uzak şehirlerden birinde iki küçük arsa alıp iki ev yaptıracaktık, komşu olacaktık sessiz sedasız. Akşam yemeklerinden sonra kahve yapacaktım ve seslenecektim sana hadi diye. Kahveni yudumlarken yeni kitabımdan bahsedecektim. Okusana biraz diyecektin. Nazlanmadan okuyacaktım. Çok güzel olmuş diyecektin. Teşekkür ederim, yeni başladım diyecektim. Ben kahveden bahsediyorum deyip gülecektin, ben de gülecektim.
Ne çok insan var bu şehirde ve ne çok geç kaldık kaçmak için. Sağ ayak bileğimi incitmişim. Ağrıdığını hissedince geri döndüm. Yine aynı ışıklardan geçip yine aynı cağ kebapçısının reklamlarını okudum olur olmaz yerlerde. Markete uğrayıp yüz elli gram yer fıstığı ve fındık aldım. Köşe başındaki kuruyemişçi her şeyden iki kat para alıyor. Abim kesmiş cavcaka fındıklarını. Birkaç ocak kalmış sadece. Onlardan da ancak bir iki kilo fındık çıkarmış. Annem söyledi telefonda. Adetim değildir fındığa para vermek ama köyden soğuyalı beri fındığa verdiğim paraya acımaz oldum. Üç beş kalem mutluluğumuz kaldı topu topu. Varsın çocukluğum gibi kokmasın, varsın kabuksuz olsun, kolay olsun, tükensin bir çırpıda. Sen gibi, ben gibi, sana olan sevdam gibi olsun varsın. Yaşayabildiğimiz kadar yaşayalım; iki fındık fazla, üç kelam eksik… Eninde sonunda öleceğiz nasılsa.
Akşamdan kalma bulaşıklar yıkanmayı bekliyor, yarısını yediğim karpuz bozuldu bozulacak. Dünkü elbiselerimi yatak odasında çıkarmıştım, bugünküler koltuğun üzerinde hala. Sen yoksun yine; dört karla kaplı mevsim yaşanmış yokluğunda, dört kez fındık toplamış annemler, dört kez kurutmuşlar aynı fındıkları ve dört kez satmışlar yine üç beş kuruşa. Ceyhun’un kızı okula başlamış, Okan yine boşanmış aynı kadından, Ulaş daha sağlam basmaya başlamış ayakları üstüne. Irmak koca kız oldu, görsen şaşırırsın, Ebru okulunu bitirip işe başladı, seyrek de olsa görüşüyoruz Şahin Abi ile hala. Buzdolabına yapıştırdığın magnetler de duruyor, davlumbazın üzerine birlikte yazdığımız isimlerimiz de. Bi sen yoksun dört eylüldür… Çay demlemiyorum artık geceleri, ne cips alıyorum eve ne de atıştırmalık kraker, bisküvi. Fare düşse aç kalır dolaplarda, onlar bile farkında yokluğunun.
Yine her şey parçalı bulutlu, bi görünüp bi kayboluyorsun yine. Uzansam dokunamıyorum, kokun maziden bir yaprak, ıslanıyorum her yağmurda, her Eylül’de seni anıyorum. Yazları soğuk bira, kışları sek rakı ve kırmızı şarap… Duble olsun lütfen, bu sefer uzun oturacağım!
DİYALOG - 1 - 26.09.2015
31 kere okundu
Elini kaldırdı gel demek için ama görmemezlikten geldim, seslendi duymadım. Yanıma yürüdü;
- Gidelim artık.
- Acelemiz mi var, ne güzel oturuyoruz işte.
- Uzun sürdü, bu kadar duracağımızı söylememiştin.
- Hemen kalkarız dediğimi de hatırlamıyorum! Sen git istersen, ben biraz daha buradayım.
- Peki
Ne güzel şey bilmediğin güzel bir şehirde bildiğin bir denizin bilmediğin bir kenarından ufku seyretmek. Demli bir çay eşliğinde kimin söylediği konusunda hiçbir fikrim olmayan eski bir türküyü dinlemek.
Soyun da gir koynuma, tenim ilaçtır benim…
Zaman insana dair iyi olan ne varsa bitirir. Biz de bilerek ve isteyerek yardım ederiz ona. Sonrasının farkındayızdır aslında ama bunun üzerinde hiç düşünmeyiz. Ta ki güzellikler elimizden kayıp gidinceye kadar. Örtbas etmek için herkesten zeki görünmeye çalışsak da ziyadesiyle aptalızdır çünkü.
- Çocuklar bekliyor ama?
- Alışsınlar beklemeye.
- Yine tartışma çıkarmaya mı çalışıyorsun?
- Hayır, sadece denizin keyfini çıkarmaya çalışıyorum!
- Ama gitmemiz gerekiyor!
- Gecikirsek itibarımız mı sarsılır?
Oflayıp uzaklaştı. Alışkanlıklarımız kadar tutsak, vazgeçebildiğimiz kadar özgürüz. Sabah uyanır uyanmaz kahvaltı istiyor canım. Oysa eskiden dünyanın en gereksiz şeyiydi kahvaltı. Pantolon da gömlek de ütülü olmak zorunda. Renk uyumundan bahsetmiyorum bile. Koltuk altı spreyi, nemlenirici krem, parfüm ve bir dolu gereksiz ayrıntı. Alıştıkça esir düşüyoruz, yaşadıkça saplanıp kalıyoruz. İnanmayacaksınız ama kahveyi bile sevmeye başladım. Garsona işaret ediyorum, geliyor.
- Bir kahve alabilir miyim?
- Nasıl olsun?
-Orta!
Her şeyimiz orta zaten. Yirmi yıla kadar dünya nüfusunun yarısı şeker hastası olacakmış. Bu da demektir ki hayatımızın tadı biraz daha kaçacak. Şeker yasak olur da tuz geri kalır mı. Tadı tuzu kalmayan bir hayata mahkum edecekler bizi. Bile bile lades diyeceğiz sevimsiz olan her şeye.
Bir film seyrettim geçenlerde. İki farklı koloniye bölünmüş insan ırkı. Bir tarafta yaşamak için eşek gibi çalışılan sefil bir hayat, diğer tarafta akıl almaz bir gelişmişlik. Hasta mı oldunuz. MR çektirdiğimiz cihaza benzer bir cihazın içerisine girip baştan aşağı yenilenebiliyorsunuz. Bel fıtığınız mı var, kolay iş. Mideniz mi bozuk hiç sorun değil. Kanser mi dediniz, o da neymiş? Bulgaristan’da yaşamış bir kahin iki bin yüz yılında buna benzer bir şeylerin olacağını söylemiş. Ama aynı şom ağızlı teyze iki bin on beş yılında da kimyasal silahların kullanılacağı savaşların olacağını da söylemiş. Ben öldükten sonra neyleyim bel fıtığının çaresini.
İlkel bir adamım ben. Bakmayın bilgisayarlarla, akıllı telefonlarla haşır neşir olduğuma. Hayalimdeki yaşamın içerisinde elektrikle çalışan hiçbir şey yok. Telefon yok, radyo yok, tv yok, bilgisayar yok. Deniz var ya da nehir, ağaçlar ve hayvanlar var. Elimle yetiştirdiğim domatesler var, salatalıklar ve biberler var. Hepsinden öte aklımın baş köşesinde inatla ve beni hasta eden bir kibirle bunların hiçbirinin olmayacağına dair emin oluşlarım var. Çünkü o aptallardan biri de benim.
Bir ses tırmalayıp duruyor kulağımı; hadi, hadi, hadi, hadi…
- Tamam, kahvem bitti. Gidebiliriz.
- Lütfettin!
- Kavga istiyorsun biliyorum ama bugün olmaz.
- nedenmiş o?
- Sen gerçekten kavga istiyorsun?
Gülüşmeler…
AYRILIĞIN ÖZETİ - 30.09.2015
2 kere okundu
Kadın yüreğinde biriktirmişti hüzünlerini, adamın ellerindeydi elleri, gözleri dalıp dalıp gidiyordu adamın gözlerine. Adam bildiği gibi sevmişti sadece, kendisinden ne beklendiğini düşünmemişti hiç. Sevmek iki yarım küresiydi dünyanın, biri sıcacıktı, hayat doluydu ve her şeye rağmen yaşanmalıydı. Diğeri soğuktu, olması gereken kadardı ve akıllıcaydı. Minik bir damla düştü bekleyenlerden, kadının sol yanağından süzülüp dudağının sol kenarında dinlendi biraz, sonra çenesine doğru aktı yeniden.
Olmuyor dedi, ne yapsam olmuyor, neyi denesem olmuyor. Sevmek yetmiyor dedi. Sustu adam, başını önüne eğdi. Artık sıkıca tutmuyordu kadının ellerini. Düşürme yüzünü böyle dedi kadın, kaç kez konuştuk bunları, kaç kez denedik anla işte. Yetmiyor ve hiçbir şey değişmiyor. Adam kafasını kaldırıp kadının yüzüne baktı, çaresiz bir hüzün vardı gözlerinde. Seviyorum seni, biliyorsun dedi. Biliyorum dedi kadın, geri aldı ellerini adamın ellerinden. Bilmek de yetmiyor dedi. Gitmeliyim dedi kadın, durdukça her şey daha da zorlaşıyor. Tamam dedi titreyen sesiyle adam, git.