VAY ARKADAŞ! - 4.06.2016
20 kere okundu
Vay arkadaş!
Yağmur yere dik yağıyor, ben altında dik yürüyorum, çiçekler direniyor vay arkadaş! Terliklerimden içeri su sızıyor, kaldırımda koşturuyor birileri, Kadıköy ıslak, vapur iskelesi ıslak, yanımdan geçip giden kadının saçları ıslak. Denizde damla damla izler bir var bir yok, ben bir varım bir yokum. Varlığım birine dert, yokluğum diğerine. Durup düşünüyorum pantolonum, gömleğim ıslak. Takma kafana diyorum, su akar yolunu bulur diyorum. Ne kadar yağarsa yağsın deniz taşmaz diyorum. Beni ararsanız bir otobüs durağındayım, bir saçağın altında, aslında hiçbir şey almayacağımı bir benim bildiğim eski bir iş hanında…
Dedikodu diyorlar adına; zevkli mi zevkli bir iletişim biçimi. Serbestsin arkadaş, ne dilersen söyle benim için. “Vay arkadaş” dersem burnum düşsün. Kötülük olmasın içinde yeter bana. Ben kendime afili bir isim vereceğim izin verirsen. Olay mühendisliği benimkisi! Olayları şekillendirmeye çalışıyorum kendimce. Her mühendislik çalışmasının mükemmel olmayacağı gibi benimkiler de orta şekerli. Ama keyifli, benim için en azından. Senin için kötülük düşünüyorsam burnum düşsün. Ben sevmem o dediğini diyen el kaldırsın. Ve lütfen yüzü kızarsın yalan söyledi diye.
Satılmayan bir kitabı satın alıp edebiyat dünyasına ışık tuttuğun için teşekkür ederim arkadaş! Şaka şaka; ben yazdım alayını, hiç fena sayılmaz. Mütevazı birisi olmasam gayet güzel derdim ama demiyorum. Oku yani, keyfini çıkar. Ben çıkardım, on kere yaptım bunu üstelik. Düşün ki milyonlarca kitabı bir kez bile okumamış ben bu kitabı on kez okudum. O kadar güzel yani. Bu da benim insanlığa bir katkım olsun; herkes hemfikir olacaktır ki konuşmam yazmamdan çok daha kötü sonuçlar doğuruyor. Sırf bu yüzden bile tadını çıkart. Ben masadan kalktıktan sonra “vay arkadaş” dersen senin de burnun düşsün.
Anlam yüklüyoruz anlamsız bir dolu meseleye. Bir anlamı olmadığını göz ardı ediyoruz üstelik. Bir aydır tanıdığımız birisi bir ay önce ölse umurumuzda olmayacak mesela. Ama sırf bir ay daha yaşadı ve hasbel kader tanıştık diye gözyaşı döküyoruz. Dökmeyelim; bütün canlılar ölümlüdür ve herkes bilir bunu. Yağmura anlam yüklemeyin, asık suratlara, gürültücü kalabalıklara, akıp giden zamana anlam yüklemeyin. Kuşları rahat bırakın mesela. Hayat kısa diye kuşlar uçmak zorunda değil. Birisini sevdiniz diye onunla yaşlanmak zorunda değilsiniz. Birisi size iyilik yaptı diye minnet duymak zorunda değilsiniz. İnsansınız siz, defolarınız var, bunu kabul etmeyi deneyin. Anlamını anlamayacak insanlara anlamlı şeyleri yük etmeyin. Kimisi üç kilo domatesi taşıyamaz, kimisi ona verdiğiniz değeri. Bazı kuşlar dalda güzeldir. ”Vay arkadaş” demenin anlamı yok; kuşlar uçmasa da ölür herkes.
Dindiğine kanmayın yağmurun. Bir yerlerde gizleniyor bulut, rüzgârla çıkar gelir ansızın. Şeker olsam erirdim bu yağmurda ama malumunuz... Şahsına münhasırlık seviyem yüzde altmış civarlarında ve içinde çok az şeker barındırıyor. Çayınıza karışsam tadınız kaçar. Sonra vay efendim öyleymiş, vay efendim böyleymiş demenin anlamı yok. Bulaştığım yerden kendim istemedikçe zor çıkarım. Ayşe Teyze’nin koslasıyla zaman kaybedersiniz boşuna. Ne çok konuştun diyenlere de bir çift sözüm olacak buradan; “Vay arkadaş!”
YALINAYAK - 5.06.2016
82 kere okundu
Eğlenceli insanlarla eğlenceli işler yapılır. Sıkıcı insanlardan ise uzak durulur. Ben böyle gördüm, böyle yapmaya çalışıyorum. Kırk yıldır yaşıyorum ve hayattan bunu öğrendim dediğimde karşımdaki ‘çok yaşamışsın’ derse umarım sen benim kadar şanssız olmazsın diyebilirim! Gülümserse güzel insandır, somurtursa kalkın masadan.
Mutluluğun anahtarı cahilliktir. İşe yaramaz bir üniversite diplomasından sonra bir de yüksek lisans yapan ya da yapmak isteyen insan kafasızdır. Küçük bir ihtimal maceracı da olabilir. Seyrettiği dizide sevenler kavuştu diye bir hafta mutlu gezen insan sevdiği parti seçim kaybetti diye uykusu kaçan insandan daha keyiflidir. Ön sıradan orta yaşlı bir kadın konuyu güncel siyasete çalışırsa 2niye mutsuz olduğunuz belli’ deyin. Kalabalık tebessüm ediyorsa devam edin, buz gibi bir hava esiyorsa yanlış yerdesiniz demektir. Kaçın kurtulun.
On beş yaşındaki bir çocuktan akıllıca bir şeyler yapmasını bekleyen her kimse içindeki çocuğun katilidir de aynı zamanda. Aptallığın en güzel devrinde büyük adam gibi davranan bacaksız ya karşı cinsten birisini tavlamaya çalışıyordur ya da tedaviye ihtiyacı vardır. Ondan akıllıca işler bekleyen kafasızlar ise bir zamanlar kendilerinin de çocuk olduğunu unutmuştur. Unutmak güzeldir. Ama iyi şeyleri değil kötü şeyleri unutmak güzeldir. İyi şeyleri unutuyorsa unutun onu. Canınızı daha çok sıkmadan uzaklaşın oradan.
Yeşilse ve sarıya dönüyorsa kurtulun ondan ya da sarıysa ve yeşil olamıyorsa boşa zaman harcamayın. Deniz gördüğünüzde girin, yeşil olmasa da girin. Mayo ile girin, elbiselerinizi çıkartmadan girin, çıplak girin. Islanmak güzeldir çünkü. Saçlarınızı yağmurdan esirgemeyin, sarıysa boyatın onları, yeşil olsunlar en kısa zamanda. Tembellik edin, uyuyun. Çalışacaksanız yaşamak için çalışın, daha fazla kıyafet almak için değil. İçinizden geliyorsa kötülük yapın. Gelmiyorsa beklemeyin. Dünyanın en kötü şeyidir beklemek. Sizi dinliyorlar diye soluk almadan konuşmaya uğraşmayın. Seviyorlar diye artık bu cepte duygusu uyandırmayın. Tüketmeyin, tüketmesine izin vermeyin. Baktınız kaçarı yok, tükenecek; uğraşmayın, sonu gelmeden siz bitirin.
Köy yerinde yalınayak yürüyen çocuklardık biz neticede. Tükenmez sandığımız mutluluklarımız vardı. Şehirleri keşfetmemizi istediler, keşfettik. Daha çok insan tanıyın dediler, tanıdık. Ne şehirleri sevdik ne de insanları. Kandırıldık. Fark ettiğimizde ayağımızda havalı pabuçlar vardı. Cam kırıklarıyla doluydu yer. Geri dönmek için enerjimiz yoktu, dönmek istediğimiz yer bıraktığımız gibi kalmamıştı. Roller çizmiştik kendimize, bütün beceriksizliğimizle bizimle alakası olmayan bir elbisenin içine yerleşmeye çalışıyorduk. Köy yerinde yalınayak yürüyen, top peşinde koşan, komşunun bahçesinden kiraz çalan, kavga eden dost canlısı güzel çocuklardık biz. Kaçamadık, göstere göstere kıydılar bize.
Merhaba deyin, nasılsın deyin. Uykum var diyorsa mutsuzdur. Zaman tanıyın ona. Uykusuzluğu devam ediyorsa depresyon dedikleri uyduruk bir illete yakalanmıştır. Sebepleri de illet kadar uyduruktur. Bulaşıcıdır da bu illet. İnanmadığınız bir şeye zamanla inanır sonra da onu dert eder hale gelirsiniz. Mutsuzluk bulaşıcıdır. Bulaştıkça katlanarak büyür ve gereğinden büyük şeyler eninde sonunda sorun çıkartır size. Gülebilen insanlardan yana kullanın seçiminizi. Sizi mutsuz eden insanlarla yaşamaktansa tek kişilik dünyanızda güzel şeylerin peşinde koşun. Çünkü mutlu bir yalnızlık mutsuz birlikteliklerden daha keyiflidir.
SEFİL BİR YALNIZLIK - 14.06.2016
112 kere okundu
Sefil bir yalnızlıktı şehir; yoktu o, iyi olan ne varsa yanında götürmüştü. Sayılmayacak kadar fazlaydı kaldırım taşları. Yürümekle bitmiyordu yol. Gelip geçiyordu yanımdan insanlar; iyi giyimli insanlar, kötü giyimli insanlar, aşık insanlar, nefret dolu insanlar, saçları sarı ve siyah insanlar. Kötüydü insanlar, iyi olan ne varsa yanında götürmüştü.
Şehrin kenar mahallelerinden birindeydim, işi düşmeyen kimsenin uğramadığı bir sokaktan doğuya doğru ilerlerken sağa dönüp ilk demir kapıdan içeri giriyordum. Kırk metrelik yolun yarısı eğimliydi, sonra merdivenleri geçip binanın kapısından içeri giriyordum. Her zaman açıktı kapı ya da ben hep açık olduğu saatlerde geliyordum. Üçüncü kata çıkmak için bu kez gereksizce yorucu merdivenleri tırmanıp kısa bir koridordan geçiyor sonra da odama ulaşıyordum. Yeterince uzak, yeterince sessiz, yeterince bana ait odama. Yetmiyordu ama, her gün aynı şeyleri yeniden yapıyor, koltuğuma oturup ayaklarımı uzatıyordum. Aynı şarkıları dinliyor, aynı şeyleri düşünüyordum. Ve hep aynı sona doğru ilerliyordu kafamın içindeki saçmalıklar; o gitmişti ve iyi olan her ne varsa yanında götürmüştü.
Gürültüler başlıyordu belli bir saatten sonra, insanlar geçiyordu kapımın önünden. Genelde açıktı kapı. Bazen gürültüleri dışarıda bırakmak için kapatıyordum ama işe yaramıyordu. O belirli saatleri hiç sevmiyordum. Çünkü ne yeterince uzak oluyordu odam, ne yeterince sessiz ne de bana ait. Ben bana ait olmayan şeyleri sevmeyi öğrenememiştim. Nefret de etmiyordum ama zaman zaman çekilmez bir hal alıyordular. Gelip geçenler içeriye bakıyordu sebepli sebepsiz. Sevgi yoktu bakışlarında; çoğu kez merak, bazen korku, bazen de sıradan beklentiler. Yaşama hakkı bir kez veriliyordu herkese. Ama kimse saygı duymuyordu hakkıma. Yavaş yavaş ölüyordum, yavaş yavaş alıyorlardı elimden hakkımı ve bunun telafisi yoktu.
Siz hiç sevmediğiniz insanlarla sevmediğiniz beton yığınlarını paylaşmak zorunda kaldınız mı, numara yaptınız mı hiç, kendinizle konuşmaktan vazgeçip onların saçmalıklarına kendi saçmalıklarınızı kattınız mı? Sever gibi yaptınız mı, günaydın ya da iyi akşamlar dediniz mi? Üç kuruşluk hesaplarının içine girip, kendi üç kuruşluk hesaplarınızla yüz göz ettiniz mi onları? Ben yaptım. Üstelik her seferinde yeniden yaptım. Keyif alarak yaptım. Sonu olmadığını bile bile, hiçbir karım olmadığı halde yaptım. Çünkü yoktu bir amacım. Her gün aynı sonla bitiyordu ve her gün aynı saatlerde başlıyor ve aynı saçmalıklarla devam ediyordu. Kısır bir döngünün içindeydim. Sırtüstü çevrilmiş bir kaplumbağa kadar çaresizdim. Kurtarın beni diye haykırıyordum sağır ve dilsiz kalabalıklara. Görmüyordu hiçbiri, bana yapılan her şeyi onlara da yapmıştı birileri. Ayaklarımızın üstüne basamıyorduk bir türlü. Siz hiç ikiyüzlülüğü yaşam biçimi haline getirdiniz mi, bir dolu saçma salak yanlışı çevrenizdekilere doğru diye yutturmaya çalıştınız mı? Ben yaptım, hepsini defalarca yaptım.
Çaresizliğin otuz dokuzuncu sayfasında sıradan bir kahramandım. Zağanos Köprüsü’nden Tabakhane Köprüsü’ne doğru yürüyordum. Yanımda Gökmen Mani yürüyordu. Adını bilmediğim bir terzinin tam karşısındaki ara sokağa sapıyorduk yol kısalsın diye. Kültür merkezinin karşısındaki simitçiden simit alıyorduk. Köprünün ayağındaki elektrikçi dükkânına bakıyorduk her seferinde. Her seferinde bir adım daha ölüyordum. Çünkü yoktu o, gitmişti. Çünkü iyi olan her ne varsa onunla birlikte gitmişti. Yağmur başlıyordu rüzgârın ardından, ıslanmak keyif vermiyordu. Uzuyordu Uzun Sokak, adımlarım sıklaşıyordu. Şimdi, tam da bu saatte, biri on iki geçe ölsem kimsenin umursamayacağı bir eksiklik haline gelecektim. Sırf bu yüzden bile yaşanırdı ama ben yavaş yavaş ölüyordum.
ESKİ HİKAYE - 20.06.2016
1124 kere okundu
Şimdi o sevdiğim gökyüzünün altında serin bir sonbahar var, yaprağını dökmüş dallar, ıslak kaldırımlar var. Gidenlerin ardından bakan kırık kalpler var. Ümidi tükenmiş bekleyişler, ışığı sönmüş hayatlar var. Belki gelirim, belki de gelmem. Bir serçe uçuşup dursun ayva ağacının dallarında, eski bir plak adını bilmediğim bir şarkı çalsın. Çocukluğumdan kalma o hep bozuk olan, kapanması için kenarına çivi çaktığımız o pencerede olsun aklım. Şarkı söyleyen kadın sabah melteminden bahsetsin, benim ellerim üşüsün.
Bir ses duydum uykumda, “geri dönemezsin artık” diyordu. Sebebini bilmediğim bir korkuyla uyandım. Terlemiştim, nefes nefeseydim. Kafamı çevirip pencereye baktım. Başka bir yerdeydim. İki penceresi vardı odanın, biri ayakuçlarımda, biri yatağın sağ tarafında. Kocaman bir gardırop boydan boya aynalı, iki duvarın kesiştiği yerde gösterişli bir komidin, aynanın önünde parfüm şişeleri ve kremler. Amcam askerdeyken keşfetmiştim ilk. Baştan savma sıvanmış odamızın tavanında bir tahtanın arkasına gizlenmiş, kafasında mihver olan bir adam vardı. Amcamdı o. Her gece uyumadan önce bakardım ona, türlü türlü hayaller kurardım. Sonra bir gün amcam askerden geldi. Başka bir gün evin sıvası yenilendi. Kayboldu o iz. Ama abimle paylaştığım o odada ne zaman yatsam gözümü tavana dikip amcamı anımsatan o izi aradım. Yoktu ve olmayacaktı bir daha. Kalkıp mutfağa yürüdüm, cam sürahiden bardağa su doldurdum ve içtim. Sokak lambası aksini savunsa da henüz sabah olmamıştı. O ev de yıkıldı artık, her şey gibi onun da yerine yenisi yapıldı.
Bomza nedir bilmezsiniz siz. Eşek ayvasını, kardeş eriğini, süpürge çiçeklerini de bilmezsiniz. Hostabacı’nın işlettiği benzin istasyonundan benzin alabilmek için kullandığımız para yerine geçen karayemiş yapraklarını da bilmezsiniz. Siz öğrenemeden kayboldu gitti hepsi. Kimi kurudu, kimini biz kestik. Hele o bomza yığını temizlendiğinde ne kadar da iyi hissetmiştik. Eşek ayvası da tatlı değildi zaten, yerken boğulmamak için sürekli su içerdik. Seksenli yıllardı. İçtiğimiz su bilmediğimiz bir dağdan gelirdi. Su akmadığında Ramus Ağa köyden birkaç adam bulur patlayan boruları onarmaya giderdi. İşten kaçardı herkes, başkaları için bir şeyler yapmak o zamanlarda da kimsenin ilgisini çekmezdi. Götürseler giderdik, en azından ben koşa koşa giderdim. Çocuktuk çünkü, macera için yaşıyorduk.
Frenk muşmulasına herek muşmulası dediğimiz zamanlardı. Kimse bilmezdi sanırım gerçek adını. Dalından koparım yemek varken nüfus kaydı sorgulanmazdı hiçbir meyvenin. Aşağıkiler’in kapısındakilerden birini pas vurur, diğeri güzeldir ama az verir. En iyisi Nezahat Yengenin bahçesindeki muşmuladır. Ama ona da ulaşmak zor, yasaktır çünkü, Hoca Amca görür diye korkarız. Şimdi kimse dur, sus demiyor çocuğuna, isteyen istediği meyveyi kolayca alıp yiyebiliyor. Ama ne pazardan ya da marketten aldıklarım, ne de dalından kopardıklarım eskisi kadar lezzetli. Hoca Amca bile yaşlanmış, bahçesindeki kivilerle bile ilgilenemez olmuş.
Önce Vahit’in Mehmet gitti, sonra Koreli. Bir sabah ağlamalarla uyandık, Azizi Abi de terk etmiş bizi. Sonra Hemdiye Yenge… Annemle yirmi beş yıl küs kaldılar, bir kere bile doğru düzgün konuştuklarını görmedim. Çocukluğumuzu süsledi annemle babaannemin kavgaları; bazen renkliydiler bazen siyah beyaz. Ama biz hep bu kavganın dışında kalmaya çalıştık, başardık da çoğu zaman. Tesadüfen şehirde olduğum bir gün ayrıldı aramızdan Kara Ayşe. Vahit’in Mehmet gibi o da artık yoktu. Sonra İsmail Amca ve Meryem Yenge. Gidenlerin yerine hep yenileri geldi ama kimse dolduramadı kimsenin yerini. Büyüdükçe eksildik, arttıkça azaldık, yaşadıkça yaklaştık ölüme.
Uzak bir şehir ve hiç eskimeyen hikâyeler… Ne yara var görünürde ne de yaraya sürülecek merhem. Eksiğiz ne olursa olsun. Kara incir kurudu, can eriği kökünden koptu, kirazı kestiler duvar yapmak için. Yirmi yıl oldu çitlembik yemeyeli, Kilat Yolu’nda ki kara erikler durur mu bilmem, deniz kenarı artık koca koca taşlarla örülü. Balık da yokmuş artık; ne ağ kuran var ne de oltaya çıkan. Denizi de kuruttuk içimiz gibi.
Neye yarar yalınayak yürümek artık, toprak kokusuyla dolsa ciğerlerimiz ne fayda. Eski bir masalda eskiyen yüzleriz artık. Sevdalı bir bulut döner durur kafamın üzerinde; ben yağmur yağacak sanırım her şeye rağmen. Çıkartıp üstümdekileri ayağımdaki terliklerle bahçeye çıkacağım sanırım. O hiç kapanmayan pencereyi açmak için çiviyi çevirecek annem. “Gel içeri deli, hasta olacaksın yine” diye seslenecek ardımdan. Gök gürler, martı sesleri gelir dışarıdan. Sabah ezanı okunmuştur. Gün beklemez, içinde boğulduğumuz koşturmaca beklemez. Bizden iş bekleyen, bizden adam olmamızı bekleyen, para kazanmamızı, bir dolu saçma sapan kurala uymamızı bekleyen ve aslında bizimle hiçbir alakası olmayan insanların hiçbiri beklemez. Biz erken kalkmasak sabah, istediklerini yapmasak hemen yerimizi başkası alır. Zaman beklemez, olan bitenin gerisinde bırakır bizi. Ve biz olan biteni hep daha fazla umursayarak yetişmeye çalışırız akıp giden zamana.
Yorgun bir düşünce döner durur kafamda, her ne kadar dönsen de geri ya bıraktığın gibi değildir bulduğun ya da sen değişmişsindir. Şimdi en sevdiğin şarkıyı keyifle mırıldansan da, bildiğin en kallavi küfürleri savursan da umursamaz kimse. Dönülmez bir yolda yavaş yavaş silinir izlerin, ne yürümek çözümdür ne de durup arkaya bakmak.